10 Eylül 2012 Pazartesi

The Newsroom (8,7/10)

Adam Sandler'ın "Asabi" isimli bir filmi vardı. Eski ve çok hoş olmayan bir filmdir ama asabiliğin tanımını kusursuz şekilde yapmışlardı filmde. İki çeşit asabiyet vardı. Birincisi, hepimizin bildiği gibi, olaylara kolay sinirlenme ve otokontrolü kaybedip çabuk tepki verme. İkincisi ve daha tehlikeli olanı ise sinirlendiği halde tepki vermeme ve içine atıp olmadık bir anda patlama. Ben de dahil pek çoğumuz ikinci asabiyete dahiliz.. The Newsroom'un ilk sahnesi de bize Asabi filmini hatırlatıyordu. Ortada duruma dahil olmak istemiyor gibi görünen, kısa, genel, esprili cevaplar veren bir adam vardı. Aslında kızgındı ülkesine olanlara, siyasi saçmalıklara, o esnada söylenenlere.. İlk bölümü izlerken bir kızın "Amerikayı dünyanın en iyi ülkesi yapan nedir?" sorusunu sormasıyla adam yani Will McAvoy, bir iki geçiştirmeden sonra bizi dizinin daha ilk sahnesinden bağımlı yapan cevabını veriyor..

Zaten oldum olası yabancıların bizim aksimize kendi kendilerini eleştiren yönlerini çok severim. Biz sadece karşıtı olduğumuz partinin yaptığı işleri, sahibi olduğu adamları eleştiririz. Mantıksızca tutarsızca. Onun haricinde kimse ne kendini eleştirmeye kalkar, ne de taraftarı olduğu takımı, idolü olan kişiyi, içinde bulunduğu olayı..

Mesela.. Bizim dizilerimiz tek konu üstüne döner. Çoğu saçmalık ya da çalıntıdır. Adamların dizilerine yaptığımız acımasız eleştirilere bir bakın. Bu kadar üstünde çalışılmış, çabalanmış, paçalarından alın teri akan bir dizi için bile neyi beğenmiyoruz? Çok konuşuyorlarmış! İlk bölümün uzun olması can sıkıyormuş!

Mesela biri gerçek bir eleştiri yapsın ve desin ki ilk 10 bölüm için başladıkları, heyecanlandırdıkları bütün konuları (aşkları, düşmanları) sonlandırmışlar. Sanki biri uzun bir dizinin özetini vermiş gibi. Jim ve Maggie aşkının başına 10 bölüm için çok fazla olay geldi ve sonunda -harika bi sahneyle- aşklarını itiraf ettiler. Evet kavuşmadılar ama bizi heyecandan gebertebilecekken, çok hızlı geliştirdiler olayları. Ya da üst yönetimin başımıza açtığı belaları çok çabuk aydınlattılar. Yardımcı adam yolladılar da, adam intihar etti de, 2 bölüm önce Will'in sonu ne olacak derken 2 bölüm içinde üst yönetimi alt bile ettik..

Ne bileyim.. Belkide 2.sezondan itibaren bu tutum değişecektir.

Bir başka eleştirim de.. O nasıl bir sevgililer günü hediyesiydi? Bu nasıl bir aşktır? Will'in beğendiği ve her izlediğinde ağladığı sahneyi unutmamıştı ve bire bir yaşattı sahneyi ona. Diğer pek çok şey gibi bu da harika düşünülmüş bir sahneydi.

Bu arada Don'ın iyi bir adam olup olmadığını çözebilen var mı?





Hakkını vermeli, tebrik etmeli ve bu kadar sığ izleyiciler olmamalıyız. 2.sezonu sabırsızlıkla bekliyoruz..

27 Nisan 2009 Pazartesi

!! Equilibrium !!



Hayatınızda eğer film kaçırıcaksanız bunlar Prestige,Benjamin Button ya da Equilibrium gibi filmler olmamalı.2002 yılında çekilmiş İsyan filmini ben daha 2 saat önce gördüm.Evet utanıyorum bunu söylerken ama yapıcak bişey yok =) Böyle bi filmi nasıl kaçırmışım daha da acısı en sevdiğim oyuncu olan Christian Bale'in bi filmini nasıl kaçırmışım inanamıyorum.



Filmde gördüümüz ilk ünlü oyuncu Prison breakten Lincoln olarak tanıdığımız Dominic Purcell. Prison izlerken Michael benim,Lincolnsa annemin adamıydı..Ama bilseydimki Lincoln sakallı bıyıklı o kadar dehşet gözükebiliyo annemin adama sulanırdım =) Şaka bir yana Dominic ve Christian'ı karşı kulvarlarda görünce Face to face filmi canlanıyor insanın gözünde.O anda içimde bi cayma duygusu uyandı.Çünkü sevdiğiniz oyuncuları düşman olarak izlemek çok kötü hislere neden oluyor.Bunu seneler seneler önce John Trovolta ve Nicholas Cage'in face to face'inde görmüştük. Neyseki Dominic bize kendini çok alıştırmadan öldürüldü filmde.. Aslında üzülürdümde o sırada Christian yani John'un yaptığı hareketlerin şokundaydım. Farkettiniz mi bilmiyorum Matrix(özellikle 1) süper bir filmdi ama başrol oyuncularının aşkını fln yansıtmakta zorlanılmıştı sanky. O aşkı tam hissedemedik bizler. Ama bu film öyle harika tasarlanmış ki zaten savaşta aşkta iç içe. Öyle savaşcı ruhlu bir adamın aşık olması bize tuhaf gelmiyor..



John'un ilk baskın sahnesindeki kavgası aynı Tirinity'nin kavga ettiği ilk sahneyi hissettiriyor.. John üst düzey bir rahip.Harika savaşabilmesinin nedeni düşmanın düşüncelerini hissedebiliyor olması..Hatta onlar düşünmeden bile önce.. Bu nedenle hamlelerini önceden hissedip engel olabiliyor. Aynı spider man gibi. =)



Filmin konusu şu.. The 4400deki promicinin yetenekleri kesiyor olması gibi burda da Prozium isimli bir madde insanların hislerini tamamen yokediyor.Bunu yapmalarının nedeni 3.dünya savaşı olması. 4. bir savaşın çıkması ve insan neslini tüketmesi korkusundan dolayı bir kent kurmaya karar vermişler.Tamamen hislerinden arınmış robot gibi insanların yaşadığı bir kent. Sabah-akşam bu ilacı almaları sayesinde hislerinden arınıyorlar ve hissiz kalmayada devam ediyorlar.Tabii birde isyancılar var.İlaç almayı reddedip kendi dünyalarını kuran hisli insanlar.. hayatta böyle deil midir bir bakıma? Kimisi acılarından dolayı hislerini kapatır.Aslında kendine ne kadar zarar verdiğini farketmeden hissizleşmeye başlar. Bi kesimde vardır ki hiçbi zaman utanmaz gurur yapmaz hislerinden ötürü..

Birgün John partnerinin isyancılardan olduunu örenir. Hiçbir hissi kalmadığı için onu gözünü kırpmadan öldürür. Silahını doorulttuu zamanki ortağının son sözleri zamanla kulağında çınlamaya ve rahatsızlık vermeye başlar..
''Ama zavallı ben,sadece hayallerimle yaşıyorum.Hayallerimi ayaklarının altına serdim.
Yumuşak bas çünkü üzerine bastığın şey benim hayallerim! ''

Önce kırılan prozium şişesinin yerine merkezden yeni bir ilaç almamaya başlar. Bu esnada yakalanan bi bayan isyancı konuşturulmak amaçlı öldürülmeden tutulmaktadır hapiste. Üst düzey rahip olduu için John konuşturmaya gider kadını. Ondan duyduklarınında sayesinde ilacı almayı tamamen bırakır John.

Önce yağmuru görmek için penceredeki kağıdı soyar.. Sonra merdivenlerden çıkarken trabzanın soukluunu hissetmek ister. Eldivenini çıkarıp tutar.Filmde bize tek tek aralanır duygular.. Johnla birlikte biz de başlarız hissetmeye. Bigün masasına oturur ve bakar ki tüm masadaki eşyalar aynı ve aynı konumdalarda duruyor. Farklı olma hissi uyanır burda da. Yerlerini oynatır. Ouff öyle tatlı anlatmışlarki hissettiklerini bi kez daha vuruldum adamın rol yeteneine. En güzel yeride ilk defa katil olduunu hissettiği yerdir.Yeni partnerine duygularını hissettirmeme çabasıyla isyancılardan birini öldürür.Adamın gözlerindeki bakış,ellerindeki kan.. Dehşetle katil olma hissinin acısını çeker John. Bi isyancı grubunun daha barınağını keşfettiklerinde John o renkli sığınakta keşfe başlar.Onların dünyası o kadar gri ki,bu renkliliğin içini nasıl okşadığını hisseder. Tek tek dokunur gramafona,karlı küreye.. Bi beethoven plağı takar. Ve burda müziğin hissi girer devreye.Elinden küreyi düşürür ağlamaya başlar. İnanın bana aynı hisleri sizde ilk kez hissediyor gibi oluyorsunuz.
Bir hayvan barınaanı ele geçirdiklerinde köpeklerin tek tek vuruluşu,her silah sesinin acısı Johnun yüzünden okunur.Bi köpek barınaktan kaçıp Johnun önünde durunca kucaana alır ve yüzüne acısına korkusuna bakar.. Ve incelensin bahanesiyle öldürtmez köpeği. İlk savaşınıda o köpek için verir. Bir sürü yüzbaşını öldürür köpeği buldular bagajında diye.

John artık duygularıyla yaşamayı örenir.Hapisteki kadının eşya kutusuna ulaşır ve onun kokusu olan kurdeleyi alır.Cebimde saklar.. Burası bana çok romantik gelmişti =) Kokulara karşı zaafım var saten,o adamın kurdeleyi nasıl kokladığını görsenis mest olursunus siz de..

En sonunda isyancıların yeraltı şehrini bulur ve isyancıların başı olan prison breakten tanıdığımıs Alex mahone,asıl adıyla William Fitchner bi teste tabii tutar John'u. Bir cihaza baalarlar ve hapisteki hatunun adını söyler John'a..
''Mary..''
İşte burası mükemmeldi filmin. Karşıdakinin düşüncelerini okuma yeteneği olan Alex,John'un Mary hakkındaki düşüncelerini okur ve şu sözlerle anlatır..
''Sol cebinde,onun kokusunu taşıyan bir kurdele var.Etrafında kimse olmadığında bazen onu kokluyorsun.Ama yalnızca ona sarılarak tatmin olabileceğini hissediyorsun''

Hislerini yeni yeni kazanan bi adamın sevdiği kadına,kadınına hissettiği sarılma isteği beni benden aldı.. Birini sevince ne kadar ona ihtiyaç duyduumusu ve belki bizimde John gibi aslında bunun tutkusunu içimizde nasıl hissettiğimisi düşündüm durdum. Ve John pek çoumus gibi yapmadı.Kendini ve kurtarmak üzere olduu isyancıları riske atarak kadınını idama giderken son bir defa görmeyi istedi. Kadını kaybettik filmde. Ama Johnu takdir ettim yinede.Önemli olan ölüm deil sevgisinin gücüydü.Ölümüne engel olamadı ama Johnun yüzünde gördüümüz o acı ve aşk filmi bi kere daha takdir etmemi sağladı..

Anlatmakla yaşatabileceğim duygular deil,bu yüzden sahnelerini anlatmakta çekinmedim. Sonunu bilsenisde yinede oturup izlemek isticeenis bi film.



Son sahnelerde büyük kavgaların içinde John'u beyaz kıyafetlerle gördük ilk defa.Daha önce bu tür hiçbi filde beyaz kıyafetlerle yapmamışlardı dövüş sahnelerini.Siyah kadar asil olmasada çok güzel ve kendine has durmuş kıyafeti.

Sonunda...Peder ve rahip karşı karşıya gelince..Peder hissettiğini itiraf ediyor.''Beni öldürmen,hisseden bi insanı öldürmen büyük bi yük.Bu yükü ödeyebilicek misin?'' diyor..

Feriştaha benzicem belki ama o sahneyi başka türlü yansıtamam.. John edeleli vücudu seksi duruşu ve harika bakışlarıyla ''I pay gladly..'' diyor ve bizi bitiriyor.. =)

Prozium ilaç merkezlerindeki bombalar patlıyor..
Rahip John Preston ağlıyor..
Kız köpeği okşuyor ve köpek kızın elini yalıyor..
Ve şavaşı hissedenler kazanıyor!..
Ve şavaşı hissedenler kazanıyor..
Ve şavaşı hissedenler kazanıcak..
Her zaman..

19 Mart 2009 Perşembe

The 4400


Adını çokca duymuştum ama öyle çok dizi var ki ona gelmemişti vakit.Elime geçince çektim koydum arşive.Şu iki haftadırda izliyordum.Sonunda bitti.

İlk defa bitmiş bir dizi izledim,çok acıymış.Dr.House'da başrol oyuncularının işten kovulmasında yaşadığım yalnızlık hissinin çok daha yoğununu yaşıyorum.Yanında birde yan etkilerini 4400'ün..



Fantastik özelliğini Heroes dizisi gibi abartmadığından dahada çok sevdim.Herşeyin olabilitesi var.


60 yıl süresince kaybolan 4400 kişinin hiçbirşey hatırlamadan bir ışık topuyla dünyaya geri gönderilmesiyle başlıyor.Her birinin gittikce çoğalan yetenekleri var.Geleceğe gönderildikleri ve dünyayı kurtarmak için gerekli yetilerle geri döndükleri düşünülüyor.Bilim kurgu tadında gözükse de alakası yok.Hatta pek çok yeteneği etrafımızda görüyoruz.Tahminimce 44 kromozomdan yola çıkarak her yüz kişide bir aynı yetenek kullanılarak gönderilmişler.İyiler ve kötülerin çatışması geçiyor devamlı.İlginç yanı hangi tarafın iyi hangi tarafın kötü olduuna izleyen bile karar veremiyor çoğu yerde.


İleriki bölümlerde 4400lerin kanında bulunan promicin adında bi sıvıyı keşfediyorlar.Daha sonrada herkese promicin dağıtıyorlar.Ama bütün yetenekler iyi yönde olmuyor.Buda bazen çok acı sahnelere yol açıyor..

Konusu dışında dizi olarakta farklı ve başarılı.Dört sezondan oluşuyor ve başrol oyuncusu gibi bi durum yok hiç.Ona rağmen -başka dizilerdeki gibi- gereksiz ölümler yok.

Bazı dizileri izlerken 'Acaba herkes anlar mı bunu' gibi bi soru oluşuyor kafamda.Küçümsemek amaçlı deil.Sadece derin konular geçmesinden dolayı.Ve geneldede eğer böyle bi şüpheye düşmemişsem sevmiyorum o diziyi. Ama 4400de bu sorunun cevabını bol miktarda düşündüm.
Diziyle ilgili en çok şaşırıcağınız şey ise,böyle muhteşem oyuncuların nasıl böyle geri planda kalmış olması olucak.Eminim..

26 Şubat 2009 Perşembe

Nights in Rodanthe-Sevgi Fırtınası


Sinemaseverler bilir.. Bazen hiç kafanızı yormıcak,sakin bi aşk filmine ihtiyaç duyarsınız.Hayat akıp gider ve siz yetişemezken ufacık bi boş anınıza o filmi sığdırmak istersiniz. Bazen kendinizin bile bayıcı film türü diye adlandırdığınız o tür,o anda sizi kurtarır kafanızdaki karmaşadan..

Aşk filmlerini belki siz duygusal zamanınızda izliyorsunuzdur ama ben sadece çok yoğun bi gün geçirmişsem severek izlerim.

Bugün hem prison'ın son bölümleri hem de matematik dersine fazla yüklenmem sonucu aşırı baş ağrım başladı.Gördüğüm herşeyi bir şekilde başka şeylere bağlamak ihtiyacı hissediyordum.Bir Çift Yürek kitabına başlamıştım iki gün önce.Oturup onu okumak rahatlatır sandım ama okuduğum kelimeyi bile harflerine ayırıp 1-29 arası aldığı sayılara göre toplamaya falan başladım.
İşte tam o anda kurtarıcım oldu bu film.

2008 yapımı olduundan pek çoğunuz izlememişsinizdir daha.Dediğim gibi aşk filmi..Ortalarına geldikce Jack Nicholson ve Diane Keaton'ın oynadığı Something's Gotta Give(Aşkta herşey mümkün) filmine benzetmeye başladım.İkisinde de karizmatik birer adam ve yaşca ileri oldukları halde vücutları hala taş gibi kalan birer bayan var.Ve her iki filmde de deniz kenarı bir ev söz konusu. Ve o evdeki anılar..

Fakat sona yaklaştıkca anladımki farklı filmler.Hatta Sevgi Fırtınası birkaç yönüyle pek çok aşk filminden ayrılmış.Ben ''Adam ne zaman bi aksilik çıkarıp kadını terk edicekte sonrada kafası basıp geri dönücek acaba'' diye izliyordum filmi.Hiçte öyle bir konu yoktu.Aksine farklı yönlere gitmek zorunda kalsalarda mektuplarla sevgilerini dile getirdiler.E-mail hatta mesajdansa mektup almayı tercih eden bi eski kafalı olarak bu durum çok sempatik geldi bana.Adamdan her gelen mektupta bende kadın kadar heyecanlandım..Yinede sonuna gelene kadar benim için hala fazlasıyla 'sıradan' bir filmdi. Fakat sonunda yeşil cinin oğluyla (hala adı böyle aklıma geliyo) kadının diyaloğu vardı ki bu üç-beş dk içindi aslında tüm film diyebilirim.

Ben sakinlemek için izledim.Zaten süresi 1,5 saat kadar,hemen bitiyor..Richard Gere'in son performansına seyirci olmak ve bir orta yaş aşkı filmini daha izlemek isteyenler için ideal.

24 Şubat 2009 Salı

Ne Scylla'ymış be hacım!

Dizi izlemenin pek çok güzel yanı var.Tek kötü yanı istediğini parça parça alıcak olman.Bir hafta beklemek zorundasın heyecanla,merakla.. Ben zaten kalpten sorunluyum bide her hafta o heyecanı kaldırmaz yüreğim.Dönem dönem olarak çektiriyorum,sora bikaç ay bekliyorum.Böylesi daha işime geliyor..

Prisonda 5.sezonda baya ilerleyince çektirdim 18 bölümü birden.Şimdi peş peşe izliyorum boş vakit buldukca..Günde üç bölüm izlemek en normali,yoksa ufaktan gerçek hayata döküyosun olayları.Paranoya falan başlıyor insanda..

Prisonda da 8.bölüme geldim çattım.İzleyemiyorum.Kötü olan bir şirket var.O şirketi devirmek için Scylla diye altı parçadan oluşan verilere ihtiyaç var.Sezon başından beri ecel terleriyle beş tanesini aldık.Son parçayı alıcakken,verileri uzaktan kablosuz olarak hafızasına çekebilen cihazı bi dangalak hacker yüzünden ele verdik. Dakika tam 23.30 şu an.İzleyemiyorum heyecanımdan.Hacker bizimkilere kızdı şirkete bulundukları yeri söyledi para karşılığı.Bir yandan onları Whayt yakalıcak mı onu düşünüyorum.Bir yandan Michael'ın annesi gibi burnu kanıyo ara ara,beyin tümörü olabilir mi ölür mü ona kaygılanıyorum.Bir yandan Sara'yla Gretchen karşılaşınca Sara napıcak sinir krizi geçirirse falan diye ona üzülüyorum.Bir yandan bizimkiler bulundukları yerde son Scylla için yaptıkları planı uygulayabilicekler mi yoksa o kazada biri ölücek mi onu düşünüyorum.Bir yandan da Bellick,Sucreye ölürsem anneme hapis köşelerinde ölmediğimi söyle arayıp diye vasiyet etti,lan yoksa Bellick mi ölüyo bu operasyon sonunda onu düşünüyorum.

Şu prisonda bende önde olan yakın çevremden biri olsada ona açıp sorsam öyle izlesem bary.Hem merak ediyorum hem heyecanımdan koltukta oturamıyorum.

Buraya kadar geldik artık şirketi devirelim,nolur uzatmasın şu senaristler ya başka konuya geçsinler artık.. Çok kinlendim oyunculara Gretchendan nefret ediyorum izlerken içimden etmediğim küfür kalmıyo.Biraz tartakladılarda şirkettekiler,içimin yağları eridi.. =)

Şimdi bide kuş kitabı sayfalarını verme karşılığı bizimkilerle ortak oldu.Sara nası bakıcak onun yüzüne.Hayatını kararttı kızın.Sırf izletmek uğruna yine yanına kar mı kalıcak bu kötülerin yediği naneler ya..Sinir oluyorum.. =(



Şu hatun bi gebersin hepinize tadelle dağıtıcam =)

23 Şubat 2009 Pazartesi

- 81.Oscar Ödülleri -




EN İYİ FİLM
Slumdog Millionaire
EN İYİ YÖNETMEN
Danny Boyle (Slumdog Millionaire)

EN İYİ ERKEK OYUNCU
Sean Penn (Milk)

EN İYİ KADIN OYUNCU
Kate Winslet (The Reader)

EN İYİ YÖNETMEN
Danny Boyle (Slumdog Millionaire)

EN İYİ YARIMCI ERKEK OYUNCU:
Heath Ledger (The Dark Knight)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Penélope Cruz (Vicky Cristina Barcelona)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO
Dustin Lance Black (Milk)

EN İYİ UYARLAMA SENARYO
Simon Beaufoy (Slumdog Millionare)

EN İYİ ANİMASYON FİLM
Andrew Stanton (Wall-E)

EN İYİ KISA ANİMASYON FİLM
Kunio Kato (La Masion En Petit Cubes)

EN İYİ SANAT YÖNETMENİ
Donald Graham Burt (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ KOSTÜM
Michael O’Connor (The Duchess)

EN İYİ MAKYAJ
Greg Cannom (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ
Anthony Dod Mantle (Slumdog Millionaire)

EN İYİ KISA FİLM
Jochen Alexander Freydank (Spielzeugland)

EN İYİ BELGESEL
James Marsh and Simon Chinn (Man On Wire)

EN İYİ KISA BELGESEL
Megan Mylan (Smile Pinki)

EN İYİ GÖRSEL EFEKT
Eric Barba, Steve Preeg, Burt Dalton and Craig Barron (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ SES
Richard King (The Dark Knight)

EN SES MİKSAJI
Ian Tapp, Richard Pryke and Resul Pookutty (Slumdog Millionare)

EN İYİ KURGU
Chris Dickens (Slumdog Millionare)

EN İYİ FİLM MÜZİĞİ
A.R. Rahman (Slumdog Millionare)

EN İYİ ŞARKI
“O Saya” A.R. Rahman and Maya Arulpragasam (Slumdog Millionare)

ÖZEL ÖDÜL
Jerry Lewis

EN İYİ YABANCI FİLM
Yojiro Takita (Departures-Japonya)


........

Hugh Jackman'ın sunuculuğunu yaptığı ve Beyonceyle beraber danslarıyla renk kattığı 81.Oscar ödül töreninden de alnımızın akıyla çıktık. Böyle sunulsa ya tören.. =))

Slumdog Millonare'i ben izlemedim ama 8 ödülü birden alınca oturup oyuncularına trailerine fln baktım.Hindistanda çekilmiş bi film.Başrol oyuncularıda oralı ve hiçbi tanıdık oyuncu yok.
Tanıdık derken Sean penn de amca oğlum deil ama ünlü dediğimiz kesimden.Bütün rol aldığı filmleri bilip takip edince artık tanıdık gibi oluyosun.Bazen erkek arkadaşımla oyuncu tartışmasına gireriz hatta.Sanki akrabam gibi korurum kimi ünlüleri ben.. =)

Sean Penn demişken..İki gün önce izledim En iyi erkek oyuncu ödülünü aldığı Milk filmini.. Gerçek hayattan alıntı film.Daha öncede belgeseli ve filmi çok yapılmış.Ama ilk kez bu kadar senaryolaştırılmış.Ben izledikten sonra 'Ya bu adam acaba hakikaten gay mi' diye düşündüm =)) Ama baktım bizim yeşil cinin oğlu James Franco -ki ben adını bi türlü ezberleyemedim yeşil cinin oğlu demekten- O da gay rolünde.. Ondan beklemem asla.. Gözümle görsem inanmam =)) Yine başladım ahbap muhabbetine..

Bide Sean Penn gay olsa ben şaşırmam.Çünkü Benim adım Sam filminde de bir otistik rolü oynuyorki adamın normal halinde bile kusur arıyorum şimdi.. Belkide ufaktan öyle bi rahatsızlığı vardır diye.. =) Adam rol yapmıyor,sahneleri tek tek yaşıyor.Asla o parıltısı düşmüyor film boyunca.Bazı filmlerdeki iyi aktörler film içinde bazı sahnelerde performans düşürüyor cidden.Çok nadir mükemmel uyuşan mimiklerle görüyoruz. Ama Robin Williams ve Sean Penn hangi filmde oynarlarsa oynasınlar filmi bi başyapıta dönüştürüyorlar.. Robin Williams'a göre Sean Penn yolun başında tabii ama ben onların bu yönlerini çok benzer buluyorum.Aslında Adam Sandler da dahildi bu duruma ama Zohan ve Bed time stories filmleriyle çok hayal kırıklığına uğrattı bizi.. Ay ben gene çekiştirme moduma dönüyorum..Kısa keseyim en iyisi..Vehasıl,Sean Penn o ödülü sonuna kadar haketmiş,filmi izleyin hak vericeksiniz.
En iyi sanat yönetmeni,en iyi makyaj ve en iyi görsel efekt ödüllerini de Benjamin Button'ım almış.Artık haksız bi hayata maruz bırakıldığını düşünüp acıdığımız Benjamin üç ödül birden alınca içimize su serpildi.Sanki filmdeki Benjamine veriyorlar ödülü.. =)

Ama gerçekten mutlu oldum ben.Önce onun ödüllerine baktım hemen.Zaten söylemiştim en iyi makyaj ödülünü alır diye =) Wall-E de En iyi animasyonu almış ne güsel olmuş.En sıradışı animasyon bence O.
Slumdog Millonare'i izlemedim yinede inanıyorum o filmde haketmiştir ödüllerini. Merak edenler için 8 ödüllü filmin traileri burda! =)




Şunuda eklemeden edemicem.Cannes Film Festivali’nde En iyi yönetmen olarak ödül alan Üç maymun filmi Oscar ödül töreninde adaylığa giremedi. 69 yabancı film arasından elenip ikinci aşamadaki 9 film arasına girdik ama adaylık elemelerinde elendik. Yinede 2008 Cannes festivalinde Nuri Bilge Ceylan'ın ödülü alırken dediği sözleri unutmadık.. ''Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum" ...

19 Şubat 2009 Perşembe

Curious Case of Benjamin Button.....Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi



Can Yücel'in bir yazısı vardır.Hayatı tersten yaşamak diye.. Filmin konusunu ilk duyduğumda o yazı geldi aklıma..

Filmi şöyle bi düşündüğümde en hoşuma giden yönü farklı bi konu seçilmiş olması ve merakımın en son sahnesine kadar bitmemiş olması.Bu filmi türkler yapsaydı emin olun bi çözüm bulunur ve farklı sonuçlanırdı..
Yazmak istediklerimi açıkca yazmak istiyorum bu nedenle filmi izlememişseniz bu yazımı okumayın..Çünkü merak ederek izlemenin tadı hiçbişeye benzemiyo.Yinede,olucakları bilsende ikinci üçüncü defada izlenebilinecek bi film.



Ölüm döşeğindeki yaşlı bi bayanın kızına Benjaminin günlüğünü okutmasıyla başlıyor film. İnsan o tarz sahnelere alışkın olduu için sanıyor ki hastanedeki anne-kızla alakalı bi durum olmıcak.Çünkü genelde ya hikayesi geçen insan ilk sahnedeki karaktere bağlanır ya da tamamen alakasız insanlardır o sahnedekiler,masalsı bi hava verilmesi için bu şekilde sunulur film izleyiciye.Ama ikiside değildi.Yaşlı kadınla Benjaminin aşkını Benjaminin yazılarından takip ettik.

Yaşadığımız ilişkilerde ne kadar yakın olsakta pek çok durumda ne düşündüğünü ne hissettiğini merak ederiz karşımızdakinin.Filmde Benjaminin bazı olaylardaki düşüncelerini izleyiciyle beraber yaşlı bayanda öğreniyor ve şaşırıyor.Bu durumda çok hoş bi hava katmıştı filme.

Yaşlı bayan(Daisy),bir hikaye anlatıyor..Yıllar önce yaşayan bir aile oğlunu savaşa yolluyor ve şehit düşüyor.Saatci olan baba terminal için yaptığı son saatini tamamlıyor ve açılışı yapılıyor.Herkes heyecanla beklerken birde bakıyorlarki saat tersine çalışıyor.Baba bilerek böyle yaptığını söylüyor ve açıklıyor.Zaman tersine akarsa belki kaybettiğimiz insanları geri kazanırız.Askere yollayıp şehit düşen oğullarımız belki evlerine dönebilir.. Ben zaten başlamıştım bu hikayede ağlamaya =) Filme bağlayıcı ilk sahneydi..




Benjamin Button,doğumunda annesini yitirmiş ve bundan dahada talihsiz olarak yaşlı doğmuş bir bebek. Babası eşinin ölümüne ve çocuunun talihsiz durumuna acısından bir huzurevinin kapısına bırakıyor Benjamin'i.Vücudunun yapısına anlam veremeyen huzurevi sahibesi,doktora gösteriyor bebeği.Doktor bebeğin sanki ölüm döşeğindeki bir yaşlı gibi bir vücuda sahip olduunu söylüyor.Sanıyorlarki birkaç gün yaşayıp ölücek bu yaşlı bebek.Bir taraftan ölümü beklenirken diğer taraftan vücudu gün be gün düzeliyor.Yedi yaşına kadar tekerlekli sandalyede yaşıyor daha sonra bastonla yürüyor..Sonraları bir süreliğine normal yaşında oluyor.Fakat tersten bir hayat bahşedildiği için git gide gençleşmeye başlıyor ve yaşadıkları bu durumu kaldıramıyor.. Daisyle seneler süren arkadaşlığı,Benjaminin normale dönmesiyle aşka dönüşüyor.Daisynin hamile olması ve Benjaminin hergün biraz daha gençleşmesi Onu düşünmeye itiyor.Ben bu çocuğa nasıl bi baba olurum?.. En sonunda çareyi terketmekte buluyor.O güçsüz halini sevdiği kadın ve evladı görsün istemiyor..





Son sahnelerde,Daisy Benjamini buluyor.Vücudu 9 yaşlarında ama ruhu 50li yaşlarda olarak.Hafızası kayıp olduundan hatırlayamıyor Daisy'i.En son ve beni en ağlatan sahnesi;Daisy'nin hayatının aşkını minik bi bebek olarak elinde tutarak ölümüne tanık olması..Şimdi bile gözlerim doldu.Film bitince zor kalkmıştım zaten yerimden.Biz Daisynin Benjaminin çocukluunda yanında oluşunu izlerken bir yandan Benjamin arka fonda,hayatımızı dikkatli ve istediklerimizi yerine getirerek yaşamamız gerektiğini anlatıyor.Zaten orada başlıyorsun ağlamaya.O karaktere öyle üzülüyorsunki..Onun yaşamındaki haksızlık içini parçalıyor resmen. Bide bu tarz her haksız yaşam filminde olduu gibi Benjamin de öylesine dürüst öylesine temiz ve sakin bir adamki..


Film 16 dalda Oscar adayı ve eminim En iyi film ve En iyi makyaj ödülerini alır.Mükemmel makyaj yapılmış çünkü.Cate Blanchett'in hiçbi zaman gerçek yaşını anlayamıyor insan.. Ve Brad Pitt'in 17-18 yaşındaki halinin kaş kusurunu saymazsak makyajları her yaşını mükemmel yansıtmış.







Geç kaldığınız bazı durumları anlatıcak ve harcadığınız her dkya deyicek bu filmi izleminizi şiddetle tavsiye ederim.Muhtemelen izlemeyenlerde okudu çünkü bu yazımı =)